



"TÜRK GENÇLİĞİ ECDADINI TANIDIKÇA DAHA İYİ İŞLER YAPMAK İÇİN KENDİNDE KUVVET BULACAKTIR"..
Fatih'in Adalet Anlayışı-1
Fatih bir cami yaptırıyordu.Caminin mimarı İpsilanti Efendi isimli bir Rumdu. Fatih'in emrine karşı geldi. Camide kullanılacak mermer sütunlardan birazını kesti.
Bunu duyan Fatih çok öfkelendi. Müftüye danışmadan mimar İpsilanti Efendinin elini kestirdi.Bunun üzerine Rum mimar kadıya gitti.Zamanının İstanbul kadısı Sarı Hızır Çelebi durumu inceledi. Padişahı çağırdı.
Padişah mahkemeye geldi. Oturmak üzere iken kadı şöyle gürledi:
"Hasmınla mürafaa-i şer-i olunacaksın (yüzleştirileceksin), ayağa kalk!"
İstanbul ile birlikte nice ülkeler, krallıklar fetheden Padişah, ayağa kalktı. İpsilanti Efendi ile yüzleştirildi. Mimar İpsilanti Efendi şikâyetçiydi. Fatih ise mimarın elini kestirdiğini kabul ediyordu. Şahitler dinlendikten sonra Kadı Hızır Çelebi, kararını bildirdi:
"Mimarın elini kestirenin eli kesilecektir. Kısasa kısas yapılacaktır."
Fatih sessizdi. Mimar İpsilanti Efendi ise ağlıyordu.Yere diz çöktü."Davamdan vazgeçtim" dedi. "Bu adalet karşısında damüslüman
oldum. Padişahın eli kesilmesin. Bu cihangire kıyılmasın."
Kadı, bunun üzerine kararını değiştirdi. Padişah, mimar İpsilantiEfendi ve ailesini geçindirecekti. İyi bir ev verecek masraflarını kendi kesesinden karşılayacaktı. İş böylece tatlıya bağlanmış oluyordu. herkes mahkeme salonunu terk etti. Kadı ile Padişah yalnız kaldılar. O zaman Fatih Sultan Mehmet kılıcını göstererek şöyle söyledi:
"Eğer benim padişahlığımdan korkup iltimas geçseydin,haksız bir karar verseydin, billahi şu kılıçla başını uçururdum."
Kadı Hızır Çelebi oturduğu minderi kaldırdı. Altında demir bir topuz vardı. Padişaha gösterdi:
"Hünkarım, sen de padişahlığından gururlanıp şeriat mahkemesine saygısızlık etseydin, kararı dinlemeseydin billahi şu topuzla başını ezecektim"
Fatih'in adalet anlayışı ve o zamanın hakimlerinin adaleti işte böyleydi. Bir Rum mimarla cihangir bir padişahı ayırd etmiyordu.Ve Osmanlı İmparatorluğu, kılıçla kalemin gölgesinde yükseldikçe yükseliyor, büyüdükçe büyüyordu.

Fatih'in Adalet Anlayışı-2
İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkümleri serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. (1)
Kanuni hakkında yanlış bildiklerimiz

Peki Kanuni nasıl bir hükümdardı? Yani Avrupalıların korktukları kadar var mıydı?
Burada bir özeleştiri yapmanın zamanıdır. Tarih kitaplarımızda Kanuni’ye çok fazla haksızlık yapıyoruz. İşte Hürrem Sultan’ın elinde oyuncak oldu, işte Fransızlara kapitülasyonları verdi, işte Osmanlı’nın dibine kibrit suyu döktü vs.
Bu çocukça yargıların tarihte yaşamış Kanuni’yle en ufak bir alakası yoktur. Şunu soralım: Hürrem Sultan’ın en çok istediği, Şehzade Bayezit’in tahta çıkmasıydı. Peki çıkabildi mi? O zaman demek ki, Hürrem’in de her istediği olmamıştı.
Kapitülasyonlar da pekala Osmanlı ekonomisine en az 200 yıl nefes aldıran ekonomik bir tedbirdi.
Unutmayalım: İzmir, Selanik ve Halep limanları kapitülasyonlar sayesinde parladı. Kapitülasyonlar 19. yüzyılda başımıza bela olduysa, bir insanın 300 yıl sonrasını da görmesini nasıl bekleyebiliriz?
Buna hakkımız var mı?
Yani şimdi hükümetin aldığı bir kararın 2307 yılında da geçerliliğini koruyacağının garantisi mi var?
Kanuni’nin adının neden ABD Senatosu’nda dünyadaki büyük kanun yapıcıların yanına yazıldığının sırrını anlamak çok mu zordur?
Barbaros’u Fransa Kralı’nı kurtarmaya yollayan da, Bağdat’ı Şiilerin egemenliğinden kurtaran da, Kudüs’ü yeniden inşa eden de, Budapeşte’nin bugünkü kimliğine kavuşmasını sağlayan da, İstanbul’u Mimar Sinan’la el ele vererek nakış nakış işleyen de, Divan edebiyatındaki gazel yazma rekorunu kıran da, yazdığı mektuplarda yönetim felsefesini ve dünya görüşü ortaya koyan da oydu.
1566 yılında, 70’ini aşmış ve ikinci emeklilik döneminin sonuna gelmişken hasta yatağından kalkıp at üstünde bin küsur kilometrelik yolu tepen bir insana daha yakından bakmalıyız.
Üstelik bu sefere çıktığı sırada ancak iki kişinin yardımıyla tuvalete gidebiliyordu ihtiyar Kanuni. Üstün performansını 26 yaşında tahta geçtiğinde de, 72 yaşında Zigetvar’ı fethe çıktığında da koruyabilmiş olması ve toplumun hep önünde yürümesi, ona yeterince büyüklük kazandırıyor zaten.
Kanuni’nin tek derdi Avrupa’ya hakim olmak değildi kuşkusuz. Evet, Avusturya üzerine düzenlediği ve tarihlerimize “Alaman seferleri” diye geçen askeri harekâtları, Şarlken’i sonunda pes ettirmiş ve savaş meydanlarından kaçırmıştı. Macaristan’da istediğini kral yapmış, istemediğini devirmişti. Doğru ama Kanuni’nin Kafkaslar ve Orta Doğu ile Akdeniz’e düzenlediği seferler de onun salt bir Avrupa patronluğu için değil, bir “cihan hakimiyeti” düşüncesiyle hareket ettiğini yeterince gösteriyor.
Ne var ki, Kanuni’nin kendisini nasıl gördüğünü anlamak önemli.
Mesela yazdığı çok sayıda mektup elimizdedir. Bunlar içinde Hürrem Sultan’a yazılanlar kadar Bali Paşa’ya yazılan da çarpıcı satırlarla doludur. Ancak galiba en etkili mektubu, Habsburgların efsanevi kralı Şarlken’e yazdığı mektuptur.
Bu mektupta hem kendisini, hem de muhatabını hangi ölçülerle değerlendirdiği açık bir biçimde görülür. Mektuba, ‘Avusturyalıların da korktuğu kadar varmış’ dedirten tamamen ‘emperyal’ bir hava hakimdir.
Kanuni Avrupa’nın patronu olmak istemişti. Mölzer’in korkusu, bu isteğin geçmişle sınırlı olmadığı kaygısından kaynaklanıyor.
İşte o mektup
Ben ki sultanların Sultanı, Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Erzurum’un, Diyarbakır’ın, Kürdistan’ın, Luristan’ın, Acem’in, Mısır ve Şam’ın, Halep’in, Kudüs’ün ve bütün Arabistan vilayetlerinin, Bağdat, Basra, Yemen memleketlerinin, Kırım ve Macar tahtına ait yerlerin ve daha kılıcımızla alınmış nice ülkelerin Padişahı Sultan Süleyman Şah’ım. Sen ki, İspanya vilayetinin kralı Karlo’sun.
Yüce kapımıza sen ve kardeşin ayrı ayrı mektuplar gönderip bize dokunmayın diye ricada bulunmuşsunuz. Merhamet ederek size 5 yıl süreyle dokunmamak üzere eman verdik. Ancak bir şartla: Bu sürede benim topraklarıma ‘kurudan veya yaştan bir sebeple’ saldırmayacaksınız. Korumam altında bulunan Fransa Kralı ve Venedik Doçu’na da dokunmayacaksınız. Mutluluk dağıtan kapımız size daima açıktır. Ne zaman isterseniz başvurabilirsiniz.
Vahdettin, Venizelos’tan daha mı kötüydü?
“Atatürk bir zamanlar ülkesini işgal eden Yunan Başbakanı Venizelos’a dahi dostluk elini uzatmaktan çekinmedi. Çünkü onun için ebedi düşman diye bir şey yoktu. Türk İstiklâl Savaşı bu zihniyet içinde muvaffak oldu.”
Alman tarihçisi Jaeshke’nin bu gönül okşayan satırlarını okuyunca şunu anlıyor insan: Atatürk düşmanlarını bile affetmişti, çünkü onun için ebedi düşman diye bir şey yoktu.
Güzel; lakin acaba 1930’larda Türkiye’yi yeniden, tabii bu defa ‘dost’ sıfatıyla ziyaret eden Venizelos’a özel karşılama törenleri düzenlendiği için övünenler, acaba aradan 85 yıl geçtiği halde Vahdettin’i neden affetmeye yanaşmıyorlar?
Onbinlerce insanı öldürüp sakat bıraktıran Yunanlıları dost diye bağırlarına basanlar, hazineden bir tek altını cebine atmadan yurt dışına kaçan ve orada İngilizlerin tekrar Türkiye’ye dönmesi yolundaki cazip tekliflerini geri çeviren Vahdettin’in Süleyman Demirel’in deyişiyle, bin yıl daha ‘hain’ olarak bilinmesinin yararı üzerine nasıl nutuklar atabiliyor?
Anlamak mümkün değil.
Anladığımız bir şey varsa resmi tarih var gücüyle direniyor. Son kalelerinden birisi de Vahdettin’in hainliği.
Korktukları, bu koltuk değneği de ellerinden giderse nasıl ayakta duracakları. Venizelos’u bile affeden resmi tarih Vahdettin’e neden bu kadar direniyor sanıyorsunuz?
Akif...
Vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un, İstiklal Marşı müsabakasındaki birinciliğinden dolayı kendisine zorla verilen 500 lirayı, fakr u zaruret içinde olmasına rağmen, fakir kadın ve çocuklara bir maişet temin etmek üzere kurulmuş olan "Darü'l_Mesai"ye bağışladığını...
Halbuki İstiklal Marşı kabul edildiğinde, Mehmet Akif'in cebinde Zonguldak milletvekili Hayri Bey'den borç aldığı iki lirasının olduğunu ve milli marş için 500 lira teklif edildiği günler de 140 lira ile Ankara'da bir çiftlik alınabildiğini...
Paltosu dahi olmadığı için kışın bile ceketle dolaşan bu idealist şairin, çok soğuk günlerde ise, arkadaşı Baytar Şefik Kolaylı'dan muşambasını ödünç olarak giydiğini...
Baytar Şefik'in bir gün: "Akif Bey, hiç olmazsa kendine bir palto alsaydın" demesi üzerine, ona darılıp iki ay konuşmadığını...
Burdur Meb'us'u olarak I. Millet Meclisi'ne seçildiğinde ailesine: "Biz bu maaşı hak etmiyoruz ya... Ama, pek hak etmiyoruz da denemez. Elimizden geldiği kadar nihai zafer için çalışıyoruz." dediğini...BİLİYORMUYDUNUZ?
Abdülhamid Han'ın İstihbarat Gücü

Sultan Abdülhamid'e gelip, küstahça: "Daha ne kadar Ermeni öldüreceksiniz?" diye sorma cüretini göstermesi üzerine, Ulu Hakan'ın keskin bakışlarını elçinin üzerine dikerek:
"Filan gün, filan saatte Karadeniz'in filan noktasına yaklaşıp, karaya Ermenileri Türklere karşı silahlandırmak için şu kadar sandık malzeme çıkaran ve komitacılara teslim eden İngiliz gemisinde, Türk başına kaç silah bulunuyorsa tam o kadar Ermeni öldüreceğiz." cevabını verdiğini...
Sultan Abdülhamid'in bu muazzam istihbarat gücü karşısında İngiliz elçisinin dehşete kapılarak aptallaştığını

Türk kafası
Kendilerine tarih boyunca sempati beslediğimiz ve Kanuni Sultan Süleyman devrinde donanma gönderip yardım elini uzatarak yok olmaktan kurtardığımız Fransızların bitkilere büyük zarar veren bir kurt nevine "Türk" adını verdiklerini...
Kazancı kuyumcu düğmeci gibi sanatkarların perçin yaparken altlık olarak kullandıkları perçin kıskacına da şamar oğlanı manasına "Türk kafası adını verdiklerini...
Milli Temeller Üzerine Yükselme
Nihat Sami Banarlı'nın Amerikalı Profesör Rufi ile sohbet ederken söz Batılılaşmadan açılınca Profesör Rufi'nin:
"Siz tarihte defalarca başarı kazanmış bir milletsiniz. Bize veya başkalarına imrenmek neyinize? Biz yeni bir millet olduğumuz için, tarihte muvaffak olmuş milletlerin sırlarını araştırır, bulduğumuz ve uygun gördüğümüzü asrımıza tatbik ederiz. Sizden de aldığımız kıymetler vardır. Eğer ilerlemek istiyorsanız, muvaffak olduğunuz asırlarda hangi meziyetlerinizle hangi usul ve teşkilatınızla kazandınız?
Bunları araştırınız bulduklarınızı modernize ediniz, Kendi milli ve denenmiş temelleriniz üzerinde yükseliniz" diyerek bizi utandırdığını...
Surre Alayları

Osmanlı'nın, mukaddes beldelere verdiği büyük kıymetin ifadesi olarak Yıldırım Bayezid döneminden itibaren her yıl Mekke ve Medine'ye Surre Alayları tertip ettiğini...
Bu Surre Alayları ile birçok hediyeler ve mukaddes belde fukarasına dağıtılmak üzere binlerce altın gönderilerek Allah'ın rızasının kazanılmasının gaye edinildiğini...
Ayrıca en önemlisi de, bu Surre-i Hümayun'da, padişahın yaptırıp gönderdiği Kabe örtüsünün bulunup bu örtünün merasimle yerine takılarak, eskisinin geri getirilip paylaşıldığını...
Osmanlı'nın, binbir güçlük ve darlık içinde bulunduğu dönemlerde dahi bu an'aneyi terketmediğini...
Barbar Kim?

Bizans'ı kurtarmak üzere İstanbul'a çağrılan Haçlı ordularının Hristiyanlığın mukaddes kilisesi Ayasofyanın tepesindeki altın haçı sökerek eritip sattıklarını...
Yıllar sonra Osmanlı ordusunun İstanbul'un fethi sırasında bir yeniçerinin, fetih hatırası olarak saklamak maksadıyla Ayasofya'nın küçük bir çini parçasını koparmak istemesini, Fatih Sultan Mehmed'in "tahribe teşebbüs"le suçlayıp cezalandırdığını...
Yavuz'un izinden Gidenler

1967 Mısır-İsrail savaşında, Mısır askerlerinin, düşmanlarını beklerken İsrail ordusunun bir anda Süveyş'in öbür yakasını geçerek dünyayı şaşırtığını...
Mose Dayan'ın bu muazzam başarıyı daha sonra bir basın toplantısında: "İsrail'in bu başarılı stratejisi, Yavuz Sultan Selim'in yıllar önce Mısır'ı fethederken uyguladığı harp planının bir kopyasıdır" diye açıklayıp gafletimizi yüzümüze vurduğunu...
ANA SAYFA TARAFIMDAN HAFTADA BİR GÜNCELLENMEKTEDİR.
SON GÜNCELLENME: 02.05.2008
SERKAN KAZAN